SEHRİMİZİN ÜNLÜLERİ

                                                          KASABAMIZIN GURURU
 

Mahmut MAKAL


Mahmut MAKAL

Mahmut Makal, 1933 yılında, Aksaray ilinin Merkez İlçeye bağlı Demirci köyünde doğdu. Ivriz Köy Enistitüsü’nü bitirdi, bir süre köy öğretmenliği yaptı ve “Bizim Köy” romanına öğretmenliği sırasındaki izlenimlerini yansıttı. Ancak siyasi iktidarlardan gördüğü baskılar nedeniyle köyde barınamadı ve Ankara Gazi Eğitim Enistitüsü’nde yüksek öğrenim yaptı. Bundan sonraki yaşamını eğitim müfettişi olarak sürdüren Makal, bir süre de Venedik Üniversitesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı dersleri verdi. Bu arada yazmayı aralıksız sürdürdüğünü ve gezi, inceleme, anı, fıkra tründe pek çok kitaba imza attığını görüyoruz.

Bugün bir Köy Romanı’ndan söz ediyorsak, bu akımın varlığını Mahmut Makal kadar, onun Bizim Köy’ünü(1950) ve ardından gelen diğer köy ürünlerini Varlık Dergisi ve kitapları arasında yayınlayan Yaşar Nabi Nayır’a da borçluyuz. Kitaba yazdığı önsözde, Nayır, bu katkısını açık bir biçimde dile getirmiştir zaten, ama Nayır’ın yazdıklarının önemi, 1950’lerde Türk aydınlarının toplumsal meselelere bakışını ve üstlendikleri misyonu bütün açıklığıyla yansıtmasındadır. “Bir Orta Anadolu köyünün acı gerçeği, bana öyle geliyor ki bütün çıplaklığıyla ilk defa olarak bu kitapta dile geliyor. Gerçi köylerimizin durumuna dair daha önce de bazı şeyler yazılmıştır. Ancak bunlar ya iktisadi, içtimai araştırmalar, ya da köye şöyle bir uğramış aydınların müşahedeleriydi. Halbuki bu kitap doğrudan doğruya köyde doğmuş, köyde yaşayan bir köylü çocuğunu şahadetidir. Büyük kıymeti bu yüzdendir... Bizim Köy’de karşılaştığımız bir başka yenilik de Köy Enstitüleri’nin kuruluşundan sonra girişilen okutma seferberliğinin seyri ve neticeleri üzerinde bizi düşünmeğe sevk edecek müşahedelerle dolu olmasıdır. Çorak bir tabiat kadar asi ve bildiğinden şaşmayan bir taassup yuvasına bilginin ışığını getirmeğe çalışan ateşli gençlerin aşılmaz güçlükler karşısında yapayalnız bırakılmalarından doğan hüsranları bu kitap sizlere tanıtacaktır. O sade derdi göstermekle yetinmiştir. Devasını bulmak salahiyet ve makam sahiplerine düşer... Bizim Köy’ün sadece bir edebi eser gibi değil, Türk köylüsünün kalkınması, Türk köylüsünün insanlık haklarına kavuşması uğrunda yazılmış bir rapor, hatta isterseniz bir ithamname gibi okunması lazımdır. Aydınlarımızın içinde yüzdükleri vurdumduymazlıktan biraz olsun silkinerek onun üzerinde layık olduğu ehemmiyetle duracaklarına inanıyorum”.

Yaşar Nabi Nayır’dan yaptığım -diğer aydınlara bir çağrı niteliği de taşıyan- bu uzun alından anlaşılacağı gibi, Bizim Köy’le birlikte kanonun standartları tanımlanmıştır; yazar köyün içinden geliyor, taassup yuvasına bilginin ışığı taşınıyor, sorunlar ilgili makamlara rapor ediliyor, edebiyattan önce belgesel niteliği ağır basıyor romanın... Böylelikle anlatıların sterotipleri de kendiliğinden ortaya çıkıyor; Berna Moran’ın ifadesiyle, “yoksul ve cahil köylü; onu sömüren gerici güçler(ağa, imam, parti adamları); ve bir de kurtarıcı(öğretmen, ilerici kaymakam, ya da uyanık bir köylü). Bu kişiler arasında, yazarın tezine uygun bir ilişkiler ağı kuruluyor ve roman, cahil köylünün aydınlatılması ve uyandırılmasıyla nasıl kurtulabileceğini, bunu engelleyen güçlere karşı nasıl savaşım verileceğini gösteren bir örnek oluşturuyor”. Yine de bu aydınlatıcının, Pandora WEB sitesinin yeni kitaplar bölümünde tanıtımını yaptığım Ayşe Kulin’in “Köprü” romanında sözünü ettiğim fedakar kentli aydından farklı; mümkün olduğunca “organik” bir aydın tipi olduğu açıktır.

Taşra İktidarı
Genel karakteristiğini “Bizim Köy”de bulan “Köy Romanı” kanonu, bu yazıda sıklıkla sözü edilen halkçılık/köylücülük siyasetinin eğitim alanındaki karşılığı olan Köy Enstitüleri’nin ürünüdür; yazarların önemli bir bölümü de bu enstitülerden yetişmiş öğretmenlerdir ve ideolojik olarak elbette onların yetiştiren Köy Enstitüler’nin modernist ve aydınlanmacı dünya görüşünün izlerini taşırlar. Edebi olarak ise, kültür tarihimizde “beyaz dizi” olarak anılan Milli Eğitim Bakanlığı Dünya Klasikleri Seçmeleri’nin, özellikle de bir yandan Zola Natüralizminin, öte yandan Rus gerçekçiliği ve Rus edebiyatının konuları/kişileri karışmıştır metinlere. Bu nedenle pek çok hikayedeki Anadolu köylüsü bir “mujiği” hatırlatır okuyucuya.

Köydeki yaşam koşullarını, geri kalmışlığı, yoksulluğu tüm çıplaklığı ile anlatan ve yayınlandığında hemen her biri ateşli tartışmalara neden olan köy romanlarının devletin köye ilişkin tutumunda, mesela tarım politikalarında iyileştirici bir etkisi olduğu söylenemez, ama bu romanların Türk siyasi tarihine -sol hareketleri maniple edici- geçerli etkilerinin varlığını da inkar edemeyiz. Teorik olarak bağlanılan sınıf sorunu, sömürü ve iktidar ilişkilerinin doğruluğunun kanıtıydı romanlarda anlatılan yoksul köylülerin dramı; devrimci hareketlerin meşruluğunun tesciliydi ve 70’lerde bu hareketlerle ilişki kuran her Türk gencinin başucu kitapları Marksist-Leninist klasiklerden çok Köy Romanları’ydı.

Bir edebiyat akımını salt içerik olarak değerlendirmenin doğru olmadığını ifade etmiştim. Meseleye bir de bu açıdan baktığımızda, ülke gerçeklerini yansıtmalarında ve muhalif hareketlere destek olmalarındaki olumlulukların tersine, edebi anlamda ne yazık ki olumsuz sonuçlara ulaşıyoruz. Toplumsal gerçeklerin bilgisi -aydının kendisine yüklediği rol gereği- estetik meselelerin üzerine çıkmış ve edebiyat en doğru bilgi verme/edinme aracına dönüştürülmüştür. Sanatın yansıtmacı niteliğinin yaratma özgürlüğü üzerine bir tahakkümüdür bu! Edebiyatın bu özel tarihinin sonunda ortaya çıkan olumsuz miras, söz konusu özel tarihin aktörlerinin hedefledikleri bir sonuç değildir herhalde. Memed Fuat’ın “taşra iktidarı” biçiminde tanımladığı Köy Romanları da, genç yazarları -romanın biçimsel özelliklerine boş verip- roman yazmak için acı bir gerçek arama kolaycılığına itmiş, kendileri gibi olmayanları küçümsetmiş ve edebiyatın edebiyat dışı ölçülerde tartışılmasına neden olmuştur. Gerçekçiliği, tek bir coğrafyayı tek bir biçimde yazmaya indirgemiştir ve o biçim 19.yüzyıl klasik romanının tekrarından başka bir şey değildir. Çok sayıda Köy Romanı’nın bir başka estetik başarısızlığını -anlatımların cılızlaşmasını- o yıllarda solculuğun bir işareti sayılan “öztürkçeciliğe” yazarların patolojik bir biçimde sarılmalarına da bağlamak mümkündür.


ESERLERİ :
Bizim Köy (1950)
Köylümden (1952)

Hayal ve Gerçek (1957)
Memleketin Sahipleri (1954)
Kuru Sevda (1957)
17 Nisan (1959)
Köye Gidenler (1959)
Kalkınma Masalı (1960)
Eğitimde Yolumuz Nereye (1960)
İplik Pazarı (1964)
Kamçı Teslimi (1965)
 


 
 

Mustafa Vehbi çorakçi


MUSTAFA VEHBİ ÇORAKÇI

Aksaray’ lı ünlü bir iş adamıdır. Ticaret, ithalat ve ihracatla uğraşmıştır. Erzurum, Kars ve Aksaray’da iş yerlerinin şubeleri olan bu sima o günün hayır cemiyetlerine, yüksek okulda okuyan fakir, madur, mazlum, dul ve yetimlere, yoksul kimselere yardımını esirgemeyen bir kimsedir. Aksaray’da Galhane Teşkilatını kurmuş, barut imal ettirerek, Avrupa ya ihrac ettirmiştir. Birinci devre milletvekili olarak, T.B.M.M ye girmiştir. Atatürk T.B.M.M de 13/10/1923 deki konuşmasında Devletin, Milletin harpten çıktığı için, Hükümetin ve askerin Ordunun yardıma İhtiyacı olduğunu beyan edince T.B.M.M huzurunda Vehbi Bey söz alarak, “Paşam İkinci Ordunun ve bu günkü Hükümetin bütçesine konulan masraflarını arzu ettiğiniz zaman vermeyi taahhüt ediyorum” deyince Meclisin alkış ve tezahüratına mahzar oluyor. Bu fedakarlığı gören Atatürk’te;” Vehbi Bey sizinde bir isteğiniz var mı” deyince, nezih, kibar bir üslupla “ Memleketim Aksaray’ın Vilayet olmasını, Azmi Milli Un fabrikasının kurulması için Paşam Hazretleri’nin T.B.M.M ‘nin takdirlarine arz ederim” deyince o günkü T.B.M.M’ de Aksaray’ın Vilayet olması, Un Fabrikasına karar verilmiştir. Bunun üzerine Vehbi Bey Aksaray’a gelip, Şehir içindeki ve köylerdeki zenginlerden para toplayarak, 1924 de Fabrikayı yaptırır. Bu sayede de Aksaray 1928 tarihinde Elektriğe kavuştu. Bu şekilde şehre de Un Fabrikası yapılmış oldu.
 
 

 
 

Hallâc-i Mansûr


HALLÂC-I MANSÛR


Hallâc-ı Mansûr meşhur cezbelilerdendir. Fârisin Beyzâ şehrindendir. Abbâsi Halîfeleri’nden El-Muktedir Billah zamanında zâhiren şeriata uymayan bazı sözlerinden dolayı H.918-19 tarihinde fetvâ ile Bağdat’da idâm edilmiştir.

Türbesi eski adıyla Kızıl Minare, yeni adıyla Çerdeğin Mahallesi’nde bir arsanın içindedir.

Ulucami’de asılı bulunan Aksaray Velîleri ve erginlerini gösteren manzûmede burasının Hallâc-ı Mansur’un zâviyesi olduğu yazılıyor.
 
 


 
 

şair Yusuf Hakiki


ŞAİR YUSUF HAKİKİ

Şair Yusuf Hakiki Şeyh Hamid-i Veli( Somuncu Baba) nın oğludur. Aksaray’da doğmuştur. Miladi 1486 yılında Aksaray’da vefat etmiştir.Yusuf Hakiki, din ve dünya ilimlerini iyi öğrenmiş ve yetişmiş ve Türkçe ye kuvvetli manzumeler yazacak kadar hakim ve ergin bilgin kişidir. Bir çok yazılı eseri vardır. Bunlardan “Hakikiname” adlı eser ile “ Muhabbetname” adlı eserleri vardır. Muhabbetname eseri 7502 mısralıdır. Bu kitabı Manisa Kütüphanesinde 1296 sayıda kayıtlıdır. Ayrıca bir eseri de Matail’ül İmahını adlı kitaptır. İstanbul Süleymaniye Yahya Efendi Kütüphanesi 2974 sayılıda kayıtlıdır. Yusuf Hakiki Aksaray ve Konya da okumuş Babasının hocası Hacı Bayram-ı Velinin yanında da bulunmuştur. Hacı Bayram-ı Veli de kendisini bir ilim adamı olarak kabul etmiştir. Fatih Sultan Mehmet zamanın da Şair Yusuf Hakiki, Hazreti Baba Yusuf namı ile Aksaray( o zamanki adı ile Aksaray Hankahı) şeyhi idi. Kendisinden evvelki Aksaray Hankahının şeyhi Babası Şeyh Hamid-i Veli (Sonumcu Baba) idi. Hicri 906 Miladi 1476 da Aksaray Osmanlılar tarafından feth edildiği zaman Yusuf Hakiki Osmanlılara büyük bir memnuniyetle Aksaray Hankahını teslim eden Şeyh dir. Hicri 906 Miladi 1500-1501 yıllarında II. Beyazıt adına Aksaray vakıflarını tesbit eden defterde de bu hankah vardır. Bu defterde “Hamideddin Zade “ Baba Yusuf un evlat vakfı yer alır. Ahvadu’d-din ve Şeyh Safiyuddin adlarında iki oğlu olduğu ve evlatlarına vakfettiği yerler tafsilatlı bir şekilde yazılmıştır. Türbesi Aksaray'da dır.
 
 

 
 

Zenbilli Ali Efendi


ZENBİLLİ ALİ EFENDİ

Zenbilli Ali Efendi, Piri Mehmed Paşa’nın dedesi Mahmut Çelebi’nin amcası Ahmet Çelebi’nin oğludur. Cemaleddin Aksaray-i’nin ikinci batından evladı olup doğum tarihi hakkında kesin bir tarih bulunmamaktadır.

Ali Cemali efendi daha eğitimin başındayken hukuk tahsiline önem verdiği, fıkıh ve usul-i fıkıhla ilgili Muhtasar-ı Kuduri ile Manzume-i Nesefi’i ezberlemesinden anlaşılmak tadır. Karaman’dan İstanbul’a gelip Molla Hüsrev(Ö, 885H/ 1480) in derslerine devam etti. Bu zat müftü olunca, Bursa’ya giderek Sultaniye müderrisi Mevlana Hüsam Zade Efandi’nin öğrencisi oldu. Öğrenimini tamamlayınca, Hüsam Zade onu kendisine Muid edinip kızıyla evlendirdi. Öğrenci yetiştirecek seviyeye gelince değişik yerlerdeki medreselerde müderrislik yaptı. Müderrislik yaptığı şehirlerin bazılarının müftülüğünü de yürüten Ali Cemali, 2. Bayezid tahta çıktıktan sonra 908H/1503’te Şeyhü’l İslam olarak atandı.

Şeyhülislam olduktan sonra 2 Bayezid, ona 911H/1505-1506’da İstanbul’da yaptırdığı, şu anda hat müzesi olarak kullanılan medresenin müderrisliğini, haftada bir gün ders okutmak kaydıyla, şeyhülislamlığa ek olarak elli akçe ile verir.Sultan Selim Han’da Ali Cemali Efendi’yi saltanatı süresince makamında bırakmış; Kanuni Sultan Süleyman Han’da onu 932H/1525’te vefatına kadar görevinden almamış, ancak ölümünden önce iş göremez derecede hasta olunca görevinden uzaklaştırmamış ve fetva işlerinin aksamaması için ulemadan Şeyh Bahaeddin-Zade Muhyiddin Mehmed (Ö.952 H/1545)’i kaim-i makam tayin etmiştir. Bu duruma göre Ali Cemali Efendi(Ali Çelebi-Zenbilli Ali Efendi) 24 yıl şeyhülislamlık yapmıştır.

Ali Cemali Efendi, özel hayatında oldukça sade ve alçak gönüllü, büyük küçük herkese değer veren üstün kişilikli bir zattı. Uzun süre fetva makamının fırsat ve imkanlarını elinde bulundurduğu halde hiçbir zaman tevazuyu elden bırakmamış, hayatının sonuna dek gurursuz ve debdebesiz tutumunu sürdürmüştür. İnsanlara yardım etmek ve onların işlerini kolaylaştırmaktan büyük haz duyardı.Fetva için başvuranların işlerini, formaliteye boğmadan kısa sürede sonuçlandırırdı. Konağın üst katında ‘’çardak ta oturup’’ çalışmalarını sürdürür, iş sahiplerini bekletmemek için çalıştığı odanın penceresinden aşağı sarkıttığı zembille soruları alır; fetvayı yine onunla aşağı gönderirdi.

Müstakim-Zade onun ‘’erbab-ı halden ‘’olduğu hususun da herkesin müttefik olduğunu yazmaktadır. Bazı eserlerde isminin önüne‘’sufi’’konması ve‘’sahibi keramet’’olarak gösterilmesi bu yüzdendir. Cemali Ailesi’nden önde giden kuşaklarda tasavvufun yaygın olması onunda aynı yönde hal sahibi olmasına yol açmış olmalıdır. Ali Cemali Efendi aynı zamanda akrabası olmayan, Zeyniye Tarikati’nin İstanbul’daki en büyük temsilcisi olan, Şeyh Müslihiddin Vefa(ö.1491)’ya bağlanmıştır Şeyh Vefa’nın Kozmografya ve Musikıye dair eserlerinin olması, ayrıca İstanbul’un tül(boylam) ve arzına(enlem) göre ‘’ruzname’’ yapmış olması O’nun tasavvufun yanında bilim ve tekniğe verdiği önemi göstermesi bakımından ilgi çekicidir.

Ali Cemali Efendi Osmanlı Devleti’nde hukuk alanında yaptığı çalışmalarla da nam salmış bir şeyhülislamdır. Fatih’in şeyhülislamı Molla Hüsrev’in hukuk alanında gerçekleştirdiği gelişmeyi daha da ileri götürerek Osmanlı Hukukunun mimarları arasında yer almıştır. Onun fetva vermedeki fıkıh kapasitesi duruma göre yeni şartları değerlendirebilme özelliğini güçlendirmiştir. Aynı zamanda cesur olması, doğru bildiğini hiç çekinmeden söyleyebilmesi hukukun üstünlüğü ilkesini doğur- muştur. Bu anlayışla Yavuz Sultan Selim gibi gazabı yüksek bir padişaha karşı bile hiç korkmadan hukukun üstünlüğünü göstermiş ve olumsuz kararlarında fetvadan çekinmemiştir. Bu ‘’Hukukun Üstünlüğü’’anlayışı ile Sultan Selim’in yanlış kararlarını düzelterek adalette sapmaları önlemiştir.

Ali Cemali Efendi, devrin en yetkili hukukçusu olarak Osmanlı ülkesinde, hukukun üstünlüğü esasının korunması için gayret göstermiş; bunu sağlamada amca oğlu Veziri Azam Piri Mehmed Paşa’dan destek almıştır.

1525 yılında vefat etmiş olup, Zeyrek’teki okulunun avlusunda gömülüdür. Faziletli, dürüst ve çalışkan bir devlet adamıdır. Birçok kitaplar yazmış ve İstanbul’da hayır eserleri bırakmıştır.

Ali Cemali Efendi, ifade yeteneği çok gelişmiş, çok güzel yazı yazan bir yazar manzum ilmi eser yazacak kadar şiire vakıf bir şair idi. Bazı eserleri şunlardır:

1)Muhtaratü-l fetva*54:Fıkha dair kitaplardan faydalanılarak yazılmış bir fetva mecmuasıdır.
2)Muhtasarü-l hidaye*55:
3)Adabü-l evsiya*56:Ahlak ilmine dair 2. Bayezid adına yazılmış eseridir.
4)Risale fi Hakkı’d-Devran *57 – 58: Arapça ve mensur fetva kitaplarıdır.
 
 


 
 

şeyh Hamid-i Veli (somuncu Baba)


ŞEYH HAMİD-İ VELİ (SOMUNCU BABA)

Hidayet güneşi Mehdi, Velayet Aruf-i Billah, Kutb'ul Evliya gibi sıfatlara mazhar olmuştur. Hacı Bayram-ı Veli'nin mürşididir.

Babasn Türkistan'dan gelip Kayseri'ye yerleşmiştir. Babasının ismi "ŞEYH MUSAİ ŞEMSEDDÎN'dir."

Şeyh Hâmid-i Veli (Somuncu Baba) Hicri 750 yılında Kayseri'de doğmuş, hicri 815, miladi 1412 yılında Aksaray'da vefat etmiş. Tahsilini Kayseri'de yapmış, ömrünün son kısmının Aksaray'da geçmiş olması nedeniyle "HAMÎDEDDİN AKSARAYİ" olarak gönüllerde kalmıştır.

Hamideddin'i, devrinin ileri gelen ulemasından mütavîl ilimleri okuyup, tahsilini ikmal ettikten sonra vicdanen mutmain olmadığından mürşid aramaya başlamış, o zamanın şarkın on mühim ilim ve irfan merkezlerinden olan "ŞAM" a giderek senelerce Hankâh-ı Bcyazidiyc'de bir şeyhin hizmetinde bulunmuş, zatı meşrebi yüzünden ve tarikat süluku ile kanmadığından bir tarafta batın ilimlerinde o devirde tcfcrdüt edenlerin kimler olduğunu öğrenmeye çalışıyordu. Kendisine İran'da irşad makamında bulunan "HACE ALAADDÎN ERDEBİL'İ"yi haber verdiler.

Semerad'ül Fuad diyor ki: istidadı yüzünden Şam'da hizmet ettiği kişilerden teselli bulamayarak bilahare Tebriz'e yakın "Hoy" kasabasında Hace Alaaddin Nur'u Muhammediyye mişkad olduğunu öğrenince hemen yola çıktı. Bu azimet ile beraber batıdan külli cila ve istiça görerek yol aldıkça zevk ve meşrebi her an arttı. Gündüzü bayram, gecesi Kadir ve Berad oldu.

Hoy kasabasına gelince Hace Alaaddin Erdebilî ile buluşup aralarında nice naz ve niyaz vaki olmuş, Ebu Hâmid, Hoy kasabasında epey kalmış, Hace Alaaddin Erdebili'nin ömürleri nihayete ermek üzere bulunmakta iken hüvüyet ve hilavet sırrını alacağını anladığı Ebu Hâmid'i (Somuncu Baba) yı sevinçle karşılamış.

Bir gün ashaplarının iştirakiyle "ŞEMSEDDİN’Î TEBRİZİ" denilen mesire yerinde büyük bir zikir gecesi kurulup zikir ve sohbetler edilmiş. Hace Alaaddin Erdebilî, Ebu Hamid'den Anadolu'ya dönmesini istemiş, Ebu Hâmîd emre itaatle Hace Alaaddin Erdebili’ye veda ederek Anadolu'ya hareket etmiş.

Çok geçmeden Hace Alaaddin Erdebili vefat etmiş, Ebu Hâmid Hace Alaaddin Erdebili'den "VELAYET NURU" nu aldıktan sonra Anadolu'ya dönerek Kayseri'ye yerleşmiş. Şeyh Hâmid-i Veli (Somuncu Baba) bir gün çok sevdîği talebelerinden Karamanlı Şeyh Şuca hazretlerini huzuruna çağırtarak "ENGÜRÜ"ye (Ankara) ya gitmesini ve Engürü'de (Ankara) "NUMAN" isminde bir müderris var, onu davet eyle gelsin der. Şuca Hazretlerini Ankara’ya gönderir. Ankara’ya varan Şeyh Şuca hazretleri (Numan) Hacı Bayram’ı Kara Medresede talebelere ders verirken bulur. Hacı Bayram’a Şeyh Hamid-i Veli (Somuncu Baba) nın davetini bildirir. Hacı Bayram davete icabet lazımdır diyerek Şuca hazretleri ile birlikte yola çıkarlar ve Kayseri’ye varırlar. Ebu Hamid’in huzuruna varırlar.

Bu davet nasıl oldu ve nasıl birbiriyle tanıştılar. Her devirde veliler görev başındadır. Bir veli sınıfı vardır ki buna mürşid adı verilir ve irşad makamında bulunur. Kabiliyetli mü’minleri Hak Teala onlara aynen beyan bildirir. Bu zatlar onları elleriyle koymuş gibi bulup ortaya çıkarırlar ve “VELAYET” kanatlarının altına alıp yetiştirirler.

Şeyh Hâmid-i Veli, (Numan) Hacı Bayram-ı Veli’ye ülemai zahirin mevtasının ve Erbai batının metasının mir’atıbını gösterip gangısın muhtarin olursa anı ihtiyar eyle dedi. Hacı Bayram-ı Veli Eshabı batınına saadete görmeğin tarikini ihtiyar edüp Tebrizler geragat eyledi. Şeyh Hâmid-i Veli, Hacı Bayram’a zahir ilimlerinin her derecesini ve kıymetini gözünle gördün seni “VELAYET” e namzet görüyoruz. Hangi yolu seçersin dedi, Hacı Bayram hiç tereddüt etmeden velayet yolunu seçerek Şeyh Hâmid-i Veli’nin talebeliğine girer.

Ebu Hamid, Mürşid kamillerden biri idi. Velayet kuvveti olmasa Hacı Bayram’a velayet kürsüsünü terk ettirir miydi? Velayet sırrı Allah’ın Nuru’dur.

Bu sırada Ebu Hâmid bir manevi emir ile Tebriz’e, Tebriz’den de Erdebili’ye gider. Tekrar Anadolu’ya döner. Bu sefer Kayseri’ye değil, Bursa’ya yerleşir. Hacı Bayram-ı Veli şeyhini görmek için sık sık Bursa'ya gider. Şeyhine hizmet görevini ifa edip ve nurlanır döner.

Şeyh Hâmid-i Veli (Somuncu Baba) Bursa'da ikametgahlarında günlük geçimini sağlamak için "Molla Fenari Mahallesi" Ali Paşa Sokağı civarında dağın eteğinde iki gözlü basit yapılı kendi fırınında ve merkebiyle dağdan odun taşıyıp fırınında pişirdiği somunları küfesine koyup sırtına yükleyip Bursa Sahaflar Çarşı'sına iner. Bursa halkına "Somunlar Müminler" diyerek satar. Geçimini bu şekilde sağlarmış. "SOMUNCU BABA" lakabı da buradan kalmıştır.

Fırının bitişiğinde ibadet ettiği odası ve odasının içerisinde kıble kısmında duvara oyulmuş ufak bir itikaf hanesi mevcuttur. Somunlarını sattığı mahal ise Ulu Câmi'nin karşısındaki Sahaflar Çarşı'sının orta mahallidir. Park halindedir. Başka bir şey yapılmamıştır. Somuncu Baba Ulu Câmi'nin inşaatında ustalara ve amelelere hiçbir ücret beklemeden günlük ekmeklerini verirmiş. Fırınında pişirdiği ekmekler (somunlar) o kadar lezzetli oluyormuş ki halk somunlarını kapışarak alırmış. Somuncu Baha'nın bir lakabı da "Ekmekçi Koca"dır. Fırını, ibadet ettiği odası ve itikaf hanesi halen mevcuttur, ziyaret olunur.

Aksaray'da Şeyh Hâmid-i Veli (Somuncu Baba)'nın müridlerinden biri kendisi için tarlasına buğday ekerken yanı başındaki tarlasına da Şeyh Hâmid-i Veli hazretleri için buğday ekmiş. Hasat mevsimi yaklaşırken tarlayı eken müridi ektiği bu buğday tarlasını Şeyhine göstermek için Şeyh Hâmid-i Veli'yi davet etmiş. Davete icabet eden Ebu Hâmid ekilen tarlaları gezdikten sonra kendisi için ektiği buğday tarlasındaki buğdayların cılız bittiğini ve müridi kendisi için ekilen buğday tarlasındaki buğdayların gür bittiğini gören Ebu Hâmid müteessir olmuş. Bu durumun farkına varan mürid, kendisi için ektiği buğday tarlasını göstererek ya Şeyhim bu tarladaki buğdayları sizin için ekmiştim der. Ebu Hâmid, müridinin bu sözlerinin karşısında tebessümle çoktan işim rast gitmişti, bu sefer acaba ne günah işledim ki bu ba­na ekilen tarladaki buğdaylar cılız kaldı, buyurmuş.

Yine Aksaray'da ikametgahlarında, Ervah Kabristanlığının alt kısmında bulunan çavlaki (coğlakı) mahallesinde bir sabah Ebu Hâmid sığırları erken toplayıp yaylıma götürmüş. Akşamüzeri götürmüş olduğu sığırları yaylımdan getirerek yerlerine dağıtmış. Bir kadının sığırı evine gelmemiş. Sığırın sahibi olan kadın sığırının gelmeyiş sebebini öğrenmek için Şeyh Hâmİd-i Velİ hazretlerini bularak, benim sığırım eve gelmedi deyince, Ebu Hâmid, Hatun, senin sığırın evine gelmesi lazımdı, sen burada bekle ben bir bakayım nereye gitmiş olabilir demiş. Kadın bir müddet bekledikten sonra Ebu Hâmid'in peşinden gitmiş. Şeyh Hâmid-i Veli hazretlerinin şimdiki medfun bulunduğu yerde kadının ineğini otlanırken bulmuş ve Ebu Hâmid ineğe "ya mübarek" niçin yerine gitme din de geri kalıp burada otlanıyorsun ve bana sahibinden laf getiriyorsun deyince, inek lisana gelerek, yavruma süt vermek İçin karnımı burada otlanıp doyuruyordum, diye cevap vermiş. Ebu Hâmid ineğin bu cevabına tebessüm etmiş. Bu durumu gören kadın, aman çoban inekle konuşuyor diye mahalleye yayar. Bu durumdan hoşnut olmayan Ebu Hâmid yine birgün sabahtan sığırları toplamış, günlerden Ramazan ayı imiş. Kadının evinin önünden geçerken eline bir dürüm almış, yer gibi yapmış. Sığırı kaybolan kadın bu durumu görünce aman, çoban oruç yiyor diye yine mahalleye yaymış.

Şeyh Hâmid-i Veli hazretleri daima sırlarını saklamaya ve ifşa olmamasına itina göstermiş, Bursa’yı da bu yüzden terk etmemiş miydi?

Aksaray’da Şeyh Hâmid-i Veli (Somuncu Baba) sekiz sene kalıyor ve tekrar Bursa’ya gidiyor. Bursa’daki Ulu Cami’nin açılışında hutbe vaazını verdikten sonra gösterilen itibardan hoşnut olmayan Ebu Hâmid bir gece Bursa’dan ayrılarak Aksaray’a gelip yerleşiyor. Aksaray’da ömürlerinin sonuna dek kalıyor, şimdiki medfun bulunduğu yere defnediliyor. Bu defnedildiği yer ise ineğin otlanıp, Ebu Hâmid’le konuştuğu yerdir. Vasiyeti gereğince kabri şeriflerinin üstünün açık kalmasının ve Allah’ın rahmetinin üzerine yağmasını istediğinden kabri şeriflerinin üzeri açıktır. Kapalı bir türbe yapılmasını istememiştir.

Şeyh Hâmid-i Veli (Somuncu Baba) nın kabri şeriflerinin baş taşının yanında yuvarlak mermerden bir taş varmış. Bu taşın yüzeyinde buğday, üzüm ve diğer mevsimlik meyvelerin kabartma resimleri varmış. Her meyvenin olgunlaşma zamanı geldiğinde taşın üzerindeki kabartma resimler terlemeye başlarmış. Bu taş şimdi yerinde yok. Araştırmalarımıza rağmen bulamadık. Bilinçsiz kişiler bu taşı götürmüş, nerede ve nereye gittiği de bilinmiyor.

Şeyh Hâmid-i Veli (Somuncu Baba) nın çilehanesi ve itikafhanesi kendi zamanında hicri 807 yılında sert taşlardan yapılmıştır. Mescidi ise Malik Mahmud Gazi zamanında Hicri 1183 yılında yaptırmıştır.

Hacı Bayram-ı Veli, Aksaray’a aniden yolculuğa çıkar. Mürşidi Ebu Hamid, Hacı Bayram’ı Aksaray’a çağırtmıştı. Alelacele yola çıkan Hacı Bayram Aksaray’a geldiğinde ve şeyhini ziyaretinde, Şeyh’i hasta yatıyordu. Ebu Hâmid (Somuncu Baba) müridi Hacı Bayram’a Dar’ı Baka’ya yol göründüğünü fısıldayınca dünyası başına yıkıldı. Şeyhi Ebu Hâmid’in vasiyeti gereğince, şeyhini Hacı Bayram yıkayacak ve namazını kıldıracaktı. Hacı Bayram-ı Veli hazretleri, şeyhini şimdiki medfun bulunduğu yere defnederek Ankara’ya dönüyor ve Ankara’ya yerleşiyor. İrşad ile meşgul oluyor ve “BAYRAMİYYE TARİKAT” ını kuruyor. Hacı Bayram-ı Veli onsekiz sene Şeyhinin hizmetinde bulunuyor.

Aşık Paşazade, Yıldırım Beyazıd zamanında, zamanın bilgin ve erginlerini sayarken, bu büyük bilgini kısaca şöyle yazmıştır. Fukara Hâmid, Arkeoloji Müzesi hafızı Ali Bey’in notlarından da şunları yazmıştır. Şeyh Hâmid İbn-i Musa’i Kayseri’dir. Şam’da zaviyeyi Beyazidiye’de tahsil etmiş ve Bursa’da ikamet ederik ezikka ve esvakı şehirde sırtında küfesiyle ekmek taşımış ve satmıştır. Bursa’da Ulu Câmi’nin inşaatından sonra Yıldırım Beyazıd Han’ın iltimasıyla Ulu Câmi’de hutbe vaizliğinde bulunmuş ve sonra kerametleri ortaya çıkınca Konya Aksaray’ına gelmiş ve orada ikamet ederek ve burada irtihal eylemiştir.

Anadolu’da başlıca tasavvuf büyüklerinden sayılan Ebu Hamid’in tasavvuf tarihinde mühim bir mevkii vardır. Hacı Bayram-ı Veli gibi tarikat pirine ve tarikat büyüğüne delalet eden feyzinin şarktaki Erdebil sofilerinden “Rum’a” intikaline sebep olmuştur.

Şeyp Hâmid-i Veli ‘Somuncu Baba) nın yazılı bir eseri yoktur. Fakat hüviyeti meşrebindeki kemaline delalet ettiği gibi ilahi hakikatlara vukufu da ulema önünde ilmi teveffükü ile sabittir. Şeyh Hâmid-i Veli hazretlerinin kendi beyti:

Diriyiz daim ölmeyiz
Karanlıkta da kalmayız
Çürüyüp toprak da olmayız
Bize leylü nehar (nazar) olmaz.
 
 

 
 

Cemaleddin Aksaray-i


CEMALEDDİN AKSARAY-İ (1314-1389)

Cemaleddin Aksaray-i, Murat Hüdavendigar döneminde yetişmiş; hadis, tefsir, fıkıh, ahlak, edebiyat ve tıp dallarında eserler vermiş, Aksaray-i nisbesinden dolayı Aksaraylı olarak kabul edilen ancak Tebriz-i nisbesinden dolayı da Tebriz’de doğmuş olabileceği varsayılan alim bir insandır. İlk tahsilini Aksaray’da tamamlamış, Amasya’da devam etmiş ve Amasya Kadılığı ve Kazaskerliği yapmış, oradan Konya kadılığına atanmış, buradan da Aksaray Zincirli medresesine atanarak önemli derecelerde talebeler yetiştirmiştir.

Eserlerini devrin geleneğine uyarak Arapça yazmış, bazı eserlerini ise Farsça ve Türkçe olarak yazmıştır. Fahreddin Razi ekolünün Anadolu’ya taşıyıcısı ve en önemli müessislerinden olan Cemaleddin Aksaray-i, Osmanlı Devletine kendi sülalesi ile birlikte, pek çok ilim ve devlet adamı yetiştirecek bir kadronun ilk simasıdır.

Katip Çelebi, Cemaleddin-i Tebrizi-Aksray-i’nin 740 senesinde 26 yaşında olduğunu söylemektedir. Buna göre Cemaleddin-i Aksarayi’nin 714/1313-14 senesinde doğduğunu söyleyebiliriz. Bu kayıt Cemaleddin-i Aksarayi’nin Tebriz’den Aksaray’a geldiği fikrini, yani Tebriz’li olabileceğini de ifade etmektedir. Kaynaklar Alaeddin Esved (Ö.800/1397)’in İran’da yüksek tahsil yaptığında hemfikirdirler. Bursalı, Esved’in Cemaleddin Aksaray-i’den yararlandığını söylemektedir. Bu da Aksaray-i’nin Tebriz’den geldiği fikrini vermektedir. Ancak Aksaray-i’nin Anadolu’da Tebrizi nisbesi ile kaydına ender rastlanır. Ancak, Aksaray-i nisbesi, onun Aksaray’lı olduğunu tesbite yeterli gelmektedir.

Cemaleddin Aksaray-i’nin torunu Şeyh Muhiddin’in 887 /1482-83 tarihli vakfıyesine göre babaları ve dedeleri Aksray’ın fethinden beri oradadırlar.

Cemaleddin Aksaray-i için belirtilen devir Zincirli medresesinin inşası, bir başka deyişle Karamanoğulları ile Eratna Beyliğinin hakimiyet yıllarıdır. Bu devir İ.Hakkı Konyalı’nın verdiği kayda göre ailenin ikinci dönemidir. Birinci dönemle ilgili fazla bilgi yoktur. Diğer bir tarih ise, Aksaray’la ilgili olarak Vaiz Muhammed’in evinin vakfedilmesi ile ilgili tarihtir. Vakfiye de bu tarih 667/1267’dir*38. 657/1258’de Aksaray kadılığında Tebriz’li Mehmedin olması bu tarihlerde gelişi desteklemektedir. Ancak bu yıllar Aksaray’ın ilk fetih yılları değil çok sonrasıdır.

Bazı yazarlar aileyi Arap kökenine bağlamış olsalar bile Türk Dünyasını irşad etmiş, onunla bütünleşmiş, Selçuklu ve Osmanlı Devletlerine hayati katkılarda bulunmuş adeta Türk dostu bir ailedir. Hatta Arap bile olmasa ailenin en yukarıdaki bireyi, Kur-an ilimlerindeki muhabbetlerine irşad kabiliyetlerine ve manevi işarilerine bakıldığında; muhtemelen Peygamber (SAV) efendimizin dünyanın değişik yerlerine görevlendirdiği yüz altmış dört sahabeden birisinin torunlarından olduğuna hükmedilebilir.

Anlaşılan o ki, Cemaleddin Aksaray-i’nin çocukluğu da Tebriz’ de geçmiş; buradan Anadolu’ya geçerek Aksaray’da yerleşmişlerdir. Aile Cemali, Ailesi ve Cemali-Zadeler olarak nam almış olup, Cemaleddin Aksaray-i yıllarca Aksaray’ da eğitim-öğretimle meşgul olmuş(Zinciriye Medresesi), kendisine verilen görevler nedeniyle değişik vilayetlerde bulunmuş ancak sonunda yine Aksaray’ı ahiret yurdu olarak seçmiştir.

Cemaleddin Aksaray-i ağırbaşlı, fazilet sahibi, dinin emirlerini yerine getirmede titiz davranan, hayır yapmayı seven ermiş bir kişidir.
Cemaleddin Aksaray-i 1389 yılında vefat ettiğinde birçok Arap ve Fars diliyle yazılmış eser bırakmıştır. Bu konuda çok sayıda kaynak, seceresinde olduğu gibi çok fazla sayıda, fazlaca eseri ona mal etmektedirler. Ancak eserlerinin içeriğini sayısından önde tutarak deyinmeye çalıştık.

Eserleri;
1.)Ahlakul Cemal
2.)İzahul İzah, Şerhul İzah filmenni vel Beyan
3.)Haşiye ala Şerhi Mecmaul Bahreyn li İbni Saati
4.)Haşiye alel Keşşaf lil Zemahşeri
5.)Halil Muciz fit tıb ‘’Şerhi Mucezul Kanun’’
6.)Şerhi Hadisi İnnellahe Subhanehu ve Taala Halaka Ademe Ala Sur
7.)Şerhi gayetüül kusva lil Beyzavi fi füruuş-Şafiiyye
8.)Keşfu’l-İrab fi Şerhi’l-Lülab lil-Esferayani
9.)Şerhi Müşkilatil Kuran il Kerim ve Şerhi Müşkütlüat il ehadis.
10.)Nüzhetül ervah fi şerhi ebyatüş şeyh Evhadüddin be Bazıs Soffiyya.Ayrıca
-Risale fi Cevaziddevri ves Sema
-Telhise bir şerh.
-Hadisi Erbain
-Haşiyei Mülteka
 
 
 

S

 
 

gündoğar


Bir ara İbrahim Sadri'nin vokalistliğini yapan santçı gündoğar Aksaray'lıdır.
7-8 sene evvel TRT programı için Aksaray'a gelen Gündoğar, program sırasında Aksaraylı olduğunu belirtmişti.
 
 


 
 

Yunus Emre


YUNUS EMRE

XIII. yy.’da yaşayan Yunus Emre’nin memleketi, doğduğu, yaşadığı ve öldüğü yer hakkında birbirinden farklı görüşler ve iddalar olduğu bilinmektedir. Prof. Fuat Köprülü başta olmak üzere, Abdülbaki Gölpınarlı, Prof. Şehabettin Tekindağ, Halim Baki Kunter, Cahit Öztelli, İ. Hakkı Konyalı ve daha birçok bilim adamı ve araştırmacı buldukları belgeler ve derledikleri bilgilerle ve kendi yorumlarını da katarak çeşitli kitaplar yayınlamışlardır. Ancak bu çalışmalar sonucu Yunus Emre’ nin memleketi, kimliği, gerçek mezarının nerede olduğu konusu kesinlikle açığa kavuşturulmamıştır. Bugün Yunus Emre’ye ait olduğu ileri sürülen yirmiden fazla mekan veya mezarın sadece beşi bir anıt mezar veya türbe halinde biçimlendirilmiştir. Bunlar Afyon’un Emre Sultan Köyündeki, Isparta’nın Uluborlu ilçesi merkezindeki, Eskişehir’in Yunus Emre köyündeki, Karaman merkezindeki ve Aksaray İli Ortaköy ilçesi Sarıkaraman’daki anıt mezarlardır.

Reşadiye Köyünde bulunan ve halk tarafından Ziyaret Tepesi olarak adlandırılan bu tepe ismini Yunus Emre’ye atfedilen bir türbenin bulunması nedeniyle almıştır. 29 Eylül 1995 tarihinde Aksaray’da gerçekleştirilen Yunus Emre’yi Anma Etkinlikleri çerçevesinde düzenlenen konferansa konuşmacı olarak katılan Prof. Dr. Sadık Tural yaptığı konuşmasında, öğrencisi Mustafa Tatçı’nın Yunus Emre hakkındaki Kütür Bakanlığı tarafından yayınlanan Doktora Tezindeki görüşlerini sıralamıştır.

“Yunus Emre Miladi (1240-41)de doğmuş, 82-87 sene yaşamış (1329-30) da vefat etmiştir.

Hacı Bektaş-i Veli’nin hakka yürümesinde Yunus’un yaşı takriben 35’dir.Ahi Evranın 1267’de vefatında henüz 21 yaşında.” Mustafa Tatçı nerede doğduğu, nerede yaşadığı hakkındaki bütün iddiaları tek tek alt alta getirir. Kati olarak bir neticeye varmakla beraber günümüze kadar bulunan belgelere göre Yunus’un Orta Anadolu’da bir merkezde yaşadığının kesin olduğu belirtilmektedir.

Cilt 1, Sayfa 18 Orta Anadolu’da bu merkez nerede olmalı? Bütün yazmalardaki ifadelere göre şöyle bir değerlendirme var. Sarı Köyde kıtlık nedeniyle Hacı Bektaş Sultan Dergahına gidecek, buğday alacak ve kağnıyla akşama geri dönecek. Böyle bir bilgiyi haritaya taşırsanız Eskişehir’i bulamazsınız, başka bir şehir bulursunuz. Bir ucu Hacıbektaş kasabası, bir ucu
Yunus Emre Anadolu’da doğdu , vefat etti, fakat ruhu bütün dünyada yaşıyor Yunus Emre sadece Türkler için değil dünya için evrensel bir şairdir. Evliyalar ve büyük şairler katında dil, din, milliyet farkı gözetilmez. İşte Yunus Emre’de bu özelliği ile evrenseldir ve dünya şairidir.
 
 


 
 

Halk Ozani Arif Delen


1956 Yılında Aksaray doğdu.Öğrenimini Zafer İlk Öğretim Okulunda tamamladı. Küçük yaştan beri müzik sevdası içinde olan Halk Ozanı Arif DELEN bağlama ile on iki yaşında tanıştı.Neşet ERTAŞ,Hacı TAŞAN ve Şemsi YASTIMAN hayranı ve bu ozanlarımızın plaklarıyla ve bire bir görüşürüp onlardan feyiz alan Arif DELEN ilk plağını 1973’te Esin Plak şirketinde “Saçlarım Ağarmış- intikam mahşere kaldı” adlı plağını çıkarmıştır.Daha sonra Erdal Plak şirketinde ;Gardaş gardaşı bilmeli,Şal düştü gelin,İlle kırk bin diyor baban,Dolaşırım Köşe köşe,Affetmem seni ve Pencereden bakıver plaklarını çıkarmıştır. Arif DELEN’in toplam 16 tane kaset çıkarmıştır.1973’ten beri Aksaray’da bir müzik evi olan Arif DELEN evli ve altı çocuk babasıdır.1973’ten beri Aksaray’a sazı ve sözü ile hizmet etmektedir.On seneden beri Kanal 68 Tv’de müzik programı yapım ve sunuculuğu yapmaktadır ve iki seneden beri Aksaray Expres gazetesinde köşe yazarlığı yapmaktadır.400'ün üzerinde derleme ve esere sahiptir.


 
 

Mehmet Borukcu

24 Ekim 1976’da Almanya’nın Duisburg kentinde doğan Mehmet Borukcu, 1968’de malum sebeplerden dolayı gurbete göçmüş olan bir ailenin dört çocuğundan en küçüğüdür. Aslen Aksaray’lı olan Mehmet halen Almanya’da ikamet etmektedir.
İlk, Orta, Lise ve Meslek eğitimi yanı sıra müzikle ilgilenen Mehmet, 1996’da ilk albüm çalışmasını Le Cadro ( Bizden söylemesi ) adlı grup ile sevenlerine sundu. Grup dağıldıktan sonra tek başına devam edip, üç albüm daha yaptı.
Çalışmalarının içeriği ve tarzı, herzamanki gibi şeklini korudu. Rap müzigi eşliğinde Anadolu motiflerini eserlerine işleyen Mehmet, yazmış olduğu sözlerde ise, ailesinden, özellikle de babasından almış olduğu Milliyetcilik ve Vatanperverlik duygularını katmaya çalıştı.
2001’de TÜRKİYEM ( Dizginleri kopariyorum ), 2003’de ALBAYRAK ( Gök girsin kızıl çıksın ) albümlerini yaptıktan sonra, Mustafa Yıldızdoğan’ın kurucusu ve sahibi olduğu MYD Müzik etiketiyle sevenlerinin beğenisine sunduğu ÜLKEM adlı albüm Nisan 2005’de çıktı. Şubat 2007 ise tekrar aynı şirketin etiketi ile çıkan KAN-TER İÇİNDE adlı son albümünde yine benzeri duyguları yeni eserleriyle birlikte sundu.
Milli duyguları ile birlikte, Avrupa da, özellikle de mensubiyet sıkıntısı çeken TÜRK gençlerimize hem ailelerine hemde geçmişine layık yaşamalarına dair sosyal mesajlar da vermiştir. Yabancıların emri altında çalışmaktansa, Okuyup yetki sahibi olmak, her an her yerde kolaylıkla tedarik edilebilen uyuşturucudan, kumar gibi kötü alışkanlıklardan uzak durmak, mesajlarından bazılarıdır sadece.
Bütün bu çalışmaları paralelinde Avrupa’nın hemen hemen her ülkesinde konser ve şölen tarzı organizelerinde çok değerli sanatcı dostlarıyla sahne alan Mehmet, olanca gücü ve hızıyla inandığı değerleri Müslüman TÜRK gençliğine yayabilmek adına hem müzik hemde yazı çalışmalarına devam ediyor.




malum sebeplerden dolayı gurbete göçmüş olan bir ailenin dört çocuğundan en küçüğüdür. Aslen Aksaray’lı olan Mehmet halen Almanya’da ikamet etmektedir.
İlk, Orta, Lise ve Meslek eğitimi yanı sıra müzikle ilgilenen Mehmet, 1996’da ilk albüm çalışmasını Le Cadro ( Bizden söylemesi ) adlı grup ile sevenlerine sundu. Grup dağıldıktan sonra tek başına devam edip, üç albüm daha yaptı.
Çalışmalarının içeriği ve tarzı, herzamanki gibi şeklini korudu. Rap müzigi eşliğinde Anadolu motiflerini eserlerine işleyen Mehmet, yazmış olduğu sözlerde ise, ailesinden, özellikle de babasından almış olduğu Milliyetcilik ve Vatanperverlik duygularını katmaya çalıştı.
2001’de TÜRKİYEM ( Dizginleri kopariyorum ), 2003’de ALBAYRAK ( Gök girsin kızıl çıksın ) albümlerini yaptıktan sonra, Mustafa Yıldızdoğan’ın kurucusu ve sahibi olduğu MYD Müzik etiketiyle sevenlerinin beğenisine sunduğu ÜLKEM adlı albüm Nisan 2005’de çıktı. Şubat 2007 ise tekrar aynı şirketin etiketi ile çıkan KAN-TER İÇİNDE adlı son albümünde yine benzeri duyguları yeni eserleriyle birlikte sundu.
Milli duyguları ile birlikte, Avrupa da, özellikle de mensubiyet sıkıntısı çeken TÜRK gençlerimize hem ailelerine hemde geçmişine layık yaşamalarına dair sosyal mesajlar da vermiştir. Yabancıların emri altında çalışmaktansa, Okuyup yetki sahibi olmak, her an her yerde kolaylıkla tedarik edilebilen uyuşturucudan, kumar gibi kötü alışkanlıklardan uzak durmak, mesajlarından bazılarıdır sadece.
Bütün bu çalışmaları paralelinde Avrupa’nın hemen hemen her ülkesinde konser ve şölen tarzı organizelerinde çok değerli sanatcı dostlarıyla sahne alan Mehmet, olanca gücü ve hızıyla inandığı değerleri Müslüman TÜRK gençliğine yayabilmek adına hem müzik hemde yazı çalışmalarına devam ediyor.
 
 

 
 

Genç Osman


GENÇ OSMAN
(Evvela Bağdad’a sefer olanda)

Yiğitlere Serdar Olan Aksaray’lı Genç Osman

Bağdat’ın kapısın Genç Osman açtı,
Gören kâfirlerin tebdili şaştı.
Kelle koltuğunda üç gün savaştı,
Şehitlere serdar oldu Genç Osman.

Böyle diyor, Âşık Kul Mustafa. Genç Osman’la birlikte savaşa girmiş onu oğlu gibi bağrına basmış, onun kılıç hocalığını yapmış Yiğit Kul Mustafa.

Yıl 1621 Aksaray’ın Dorikini Köyünde bir yiğit doğar. Adını Osman koyarlar. Daha on yaşına girmeden babasını kaybeder ve onu dul anası büyütür. Aksaray’lı güreşi sever, Osman da akranları ile güreş tutar, ok atar, kılıç sallar, mermere yumruk atar, atar ki, çivi gibi genç olup çıkar. Akranları onunla güreşmekten çekinmektedirler artık.

Yıl 1638 kendi gibi yiğit olan padişah 4. Murat Han Ordu’yu Hümayunla Aksaray’a gelir ve Cuma namazını kendisi kıldırır. Aksaraylılara ilan eder ki Orduyu Hümayuna katılmak isteyenler varsa gelsin yazılsın! Gençler çığ gibi orduya katılmaktadır. 4. Murat Han bu manzaraya çok sevinir ve Aksaray’lılara teşekkür eder.

Bu arada, Genç Osman da orduya yazılmak için müracaat eder, fakat yaşının küçüklüğü dolayısıyla orduya alınmaz. Kısa zamanda toplanan ordu Bağdat’a doğru yol alır.

Genç Osman gizlice orduya karışır. Bağdat’a yaklaşıldığı sırada padişah orduyu denetlemek ister, bakar ki; bıyıkları terlememiş bir genç de orduda bulunmaktadır.

—Adın ne senin?

—Osman Efendim.

—Niçin katıldın orduya, bıyıkların bile yok. Bizde bıyıklarında tarak durmayan kişi orduya alınmaz, duydun mu?

—Duydum efendim.

—Pekiyi, öyleyse niçin katıldın orduya, git! Ananın koynuna çocuk. İşte bu lafa alınmıştı Aksaray’lı Genç Osman. Padişaha dönerek;

—Tarağınızı verirmisiniz .

—Padişah kızgınlıkla, tarağını verdi. Osman tarağı aldı iki eliyle dudağının üzerine bastırdı. Kan yürümüştü ve padişaha dönerek;

—İşte benim bıyığımda da tarak duruyor. Şimdi orduya girebilirmiyim dedi. 4. Murat o sert denen kişi oturdu hüngür hüngür ağladı ve Osman’a dedi ki:

—Senin adın Genç Osman olacak ve seni öncü gazilere Serdar eyledim. Var git lalaya ismini yazdır ve tarağı da bana ver, ömrüm boyu saklayacağım. Haydi gazan geçmiş olsun benim yiğit oğlum.

Bir hafta sonra, bir Cuma sabahı, Genç Osman öncülerin başında şimşek gibi kılıç kollamakta idi ve Bağdat Kalesine süzüldü. Ha bire koman yiğitlerim. Yiğitler vurdukça kırar, kırdıkça kırar düşmanı. Bağdat kapıları dayanamaz bunca savaşa. Açar kapıları Türk Ordusuna. Genç Osman Sancağı Şerifi kaptığı gibi Bağdat Kalesinin en ince noktasına diker. Diker ki beş altı ok yer ve olduğu yere yığılır kalır, kelime-i şahadet getirir ve olduğu yerde can verir. Kayıkçı Kul Mustafa koşarak gelir ki ne görsün, Genç Osman’ın hain düşman tarafından parçalanmış körpe başını görürler. Oturur, Kayıkçı Kul Mustafa; Meşhur Genç Osman destanını yazar. Murat Han Genç Osman’ın öldüğünü duyunca üzülür ve tarihe geçecek sözü söyler. “Keşke Bağdat gibi kaleyi fethetmeseydim de Genç Osman’ım ölmeseydi”.

Böyle bir yiğit Aksaray’da doğmuş, Bağdat’ta şehit olmuş, o nedenle; Destan türküsü de Aksaray’da yaşamıştır. 700 yıl sonra TRT’ye Aksaraylı birisinin vermesi elbette doğrudur.


İptida (evvela) Bağdad’a sefer olan da
Atladı hendeği geçti geçti Genç Osman
Vuruldu sancaktar kaptı sancağı
İletti bedene dikti Genç Osman

Eğerleyin kıratımın ikisin
Fethedeyim düşmanların hepisin
Sabah namazında Bağdat Kapısın
Allah Allah deyip açtı Genç Osman

Sultan Murat eydür gelsin göreyim
Nasıl yiğitmiş ben de bileyim
Vezirlik isterse üç tuğ vereyim
Kılıcından al kan saçtı Genç Osman

Kul Mustafa karakolda gezerken
Gülle kurşun yağmur gibi yağarken
Yıkılası Bağdat seni döğerken
Şehitlere serdar oldu Genç Osman
 
 

 
 

AŞIK Murat COŞKUN


AŞIK Murat COŞKUN
1902 yılında Kırım’dan Anavatana göç etmek mecburiyetinde kalan bir Türk’ün oğlu olan Aşık Murat COŞKUN, 1921 yılında Aksaray’ın Hamidiye Alaca Kasabasında doğmuştur. Aileden gelen Halk Şairliği aşığımızda da mevcuttur.

28.01.1956 gecesi gördüğü rüya ile “AŞK BADESİ” ni içmiştir. Aşk Badesini içtiği için, Halk Şairleri geleneğine göre “ÂŞIK” lığa intisap eder. Bundan sonra şiirlerinde Din ve Tasavvuf ağırlık kazanır. 1956 yılında bir formalık “Gel GÖNÜL HAKKA GİDELİM” i bastırarak çarşı-pazar bu şiirlerini satmıştır.

Hamidiye Alaca Kasabasında yaşayan Âşık Murat COŞKUN, 3 kız, 5 oğlan babasıdır. Şiirleri yerel gazetede yayınlanmaktadır. En büyük oğlu Bekir COŞKUN'da “ÂŞIKOĞLU” müstear ismiyle şiirler yazmaktadır.

BAYRAĞIMA SELAM SÖYLEYİN

Sana layıktır İstiklal Marşı
Selam olsun sana şanlı bayrağım
Söylerken titretir küreyi, arşı
Selam olsun sana şanlı bayrağım

İmanla coşan ses gökleri deler
Yedi kat semada dinler melekler
Senden kuvvet alır çarpar yürekler
Selam olsun sana şanlı bayrağım

Dikilirsin kalelerin burcuna
Yel vurdukça selam verir yurduna
Mehmetçiğin baş tacısın orduma
Selam olsun sana şanlı bayrağım

Müslüman Türk sana geçer canından
Rengin aldın şehitlerin kanından
Örtüsünün kan akan tabutundan
Selam olsun sana şanlı bayrağım

Sönmeyecek yıldız sende bu hilal
Vatan için dökülen kanlar helal
Cennetten yerini verdi zülcelal
Selam olsun sana şanlı bayrağım
Coşkun’a söyleten Hak şanı yüce
Ordumuz sahiptir en büyük güce
Yıkar engelleri emir verince
Selam olsun sana şanlı bayrağım

 
 

 
 

...:::Aksaray'a vardın mı:::...(Mehmet Borukçu)



çok güzel bi şarkı dinlkemenizi tavsiye ederim

 
 

 
 

Pir Ali Sultan


PİR ALİ SULTAN

Pîr Ali Sultan’ın unvânı türbe kitâbesinde (Burhan-ed-din) şeklinde geçer. Mesnevî Şârihi Abdullah Efendi (Ala-ed-dîn) olduğunu söyler. Aksaray’daki şöhreti (Pir Ali Sultan) dır. (Ala-ed-dîn Ali Sultan) da derler.

Abdullah Efendi, kitâbının bir başka yerinde 446-452 nci sahifelerde (Pîr Ali Sultan Aksarâyî ) bendinde bu şeyh’e geniş yer vermiştir.

Kerametleri pek çoktur. Aksaray’da O’nun şöhretini çekemeyenler, Ona inanmayanlar, İstanbul’a bunun Mehdilik davasında olduğunu yazmışlar. İstanbul’dan durumunun incelenmesi hakkında Aksaray Kadılığı’na emir verilmiş, kadı Pîr Ali Sultan’ı şer’ huzuruna çağırmış, şahitleri de getirtmiş. Pîr Ali Sultan kendi aleyhinde şehâdet edeceklerin yüzlerine celâl ile bakınca derhal cansız yere düşmüş ve ölmüş, öbürüde kusmaya başlamış. Kadı şer’ meclisini dağıtmış. Durumu İstanbul’a bildirmiş, Kanûnî Sultan Süleyman’a arz edilmiş. Sultan Süleyman acem (İran) seferi için otağıyla Üsküdar’a çıkmış bulunuyordu. “Biz kendimiz o tarafa gidiyoruz” dedi. Böylece yapılacak iş ertelendi. Kanûnî Aksaray’a varınca Mehdî denilen bu zatı görmek istedi. Tebdil giyindi. Pîr Ali Sultan’ın evine gitti. Padişah evinde O’nun bir çok kerâmetlerini görmüş ve sohbetler etmiştir.

Kanûnî, Pîr Ali Sultan’a alçak gönüllülük gösterdi. Acem seferi hakkında bazı müjdeleyici işâretler aldı. Kanûnî İran seferinde azizin dediklerinin hepsinin hakîkat olduğunu gördü. Çok memnun oldu. Dönerken Aksaray’da Pîr Ali Sultan’a tekrar uğradı. Uzun sohbetler yaptı. Ondan din ve devlet işleri hakkında nasîhatler istedi ve aldı. Onun nasîhatleri Kanûnî’nin kalbini deldi. Ağlattı. Sultan’a bir çok mülk ve mezralar teklîf etti. O, hiçbirini kabûl etmedi.

Türbesi Paşacık Mahallesinde eski Konya-Aksaray yolu üzerindedir. Duvarları ve kubbesi taştandır.
 
 

 
 

Fikret Otyam


Fikret OTYAM

19 Aralık 1926 yılında Aksaray'da doğmuştur. Ünlü besteci ve orkestra şefi olan ağabeyi Nedim Vasıf Otyam ve diğer ağabeyleri gibi altı yaşından itibaren babasının eczanesinde çalışmaya başlamıştır. Eczaneye gelen köylülerden dinlediği hikayeleri defterine günübirlik not etmiş, sonra bunlar 1945-1946 yıllarında İstanbul'da Gece Postası gazetesinde yayınlanmıştır.

Aksaray'daki eczanelerini boyamaya gelen bir tabelacıda ilk kez samur fırça ve tüp boyaları görmüş, ve tabelacının verdiği boyalarla yaptığı ilk sergisini aylar sonra Aksaray Halk evinde açmıştır. Fotoğrafı Nedim ağabeyinden öğrenmiş, Aksaray'da arkadaşı ve resim öğretmeni ile birlikte "Foto Üç Yıldız" adlı bir fotoğrafçı dükkanı açmıştır. İkinci Dünya savaşı yıllarına rastlayan lise eğitimi Ankara ve Kayseri'deki liselerde kesintilere uğrayarak geçmiştir.

Resme olan ilgisi sonunda 1945 yılında girdiği Devlet Güzel Sanatlar Akademisini 1953 'de Bedri Rahmi Eyüboğlu atölyesinde bitirmiştir. Öğrencilik yıllarında gazetecilik, sanat-edebiyat yazarlığı ve fotoröportajlar yapmaya başlamıştır. Doğu ve Güneydoğu Anadolu halkı ile yaptığı röportajları konu alan gazete yazıları hazırlamış, daha sonra bu röportaj serileri Topraksızlar, Gide Gide, Ha Bu Diyar, Harran ve Irıp, Ey Samandağ Samandağ adlı kitaplar olarak yayınlanmıştır. Gazetelerde, hazırladığı desenler de yayınlanmıştır. 1953-1996 yılları arasında Anadolu insanının yaşamını belgelediği fotoğraflarını da "Gide Gide" başlığı altında, "Memleketimden İnsan Manzaraları, Anadolu 63" adlı sergilemelerle tanıtmıştır. Fikret Otyam'ın fotoğraf sanatındaki başarısının temelinde Bedri Rahmi'nin üç tonda leke konusundaki öğretileri yer alır. Bu tekniği yağlı boya teknikleri çalışmaları ile birlikte yan yana yürütmüştür. Resmi hiçbir zaman bırakmamasına karşın 1980'e kadar fotoğraf ve yazarlık çalışmalarında yoğunlaşmıştır.

İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi'ni bitirdikten sonra, Dünya Gazetesi Yazı İşleri Müdür Yardımcısı olmuş, ayrıca ünlülerin kitap kapaklarını ve iç resimlerini de çizmeye başlamıştır. Daha sonra 1956'dan itibaren Ankara'da Ulus gazetesinde, 1962'den itibaren de Cumhuriyet gazetesinde sanat ve siyaset yazarlığı yapmıştır.

Resim çalışmalarını Cumhuriyet gazetesinden emekli olduktan sonra (1979) yoğun biçimde sürdürmüştür. Resimlerinin konusu 1950'li yıllardan itibaren Anadolu'nun doğası, halkı ve yaşantısını yansıtmaktadır. Akademik bir eğitim görmüş olmasına karşın, akademicilikten uzak, geleneksel çizgileri temel alan bir tarz, renkçi-lekeci eğilim resimlerine yansımaktadır. İlk resim sergisini 1952 de açan sanatçı günümüze kadar yurt içi ve yurt dışında otuzun üzerinde sergi açmıştır ve resimleri birçok yurt dışı müzelerinde ve özel koleksiyonlarda yer almaktadır.

Eşi Filiz Otyam ile 1977 yılında evlenmiştir. Birlikte 1979'da Antalya'nın Gazipaşa ilçesine yerleşmişlerdir. Amerika'da iç mimarlık eğitimi gören Filiz Otyam sanatını dokumalar yaparak sürdürmektedir. Otyam'ların ortak sergileri yurtdışında Kuveyt, Kopenhag, Münih, Köln, Esslingen, Leverkusen, Bercsichgladbach'ta açılmıştır.

Kitapları: Hu Dost, 40 Yıl Önce 40 Yıl Sonra, Kara Sevdam Anadolum, Mayınlar Çiçek Açmaz, Mayınlı Topraklar Üzerinde, Kanlı Gömlekler, Adı Yemendir, Harran Koçaklaması, Can Arkadaş, Ceylanlar Suya İndi, Arkadaşım Orhan Kemal ve Mektupları, Pavli Kardeş, Ağlama Anam Şu Bizim Gazipaşa ve İsmet Paşalı Yıllar.

Fotoğraf Sergileri : Gide Gide Serileri (1964-1974), Otyam'ın Objektifinden (1997), Dünya Güzel Olmalı (1983), Eğer Bizi Sual Eden Olursa (1979, Filiz Otyam ve İbrahim Demirel ile karma sergi=)

Resim Sergileri: "Onlar Grubu" ile sergileri (1947-1953), Memleketimden İnsan Manzaraları (1976), İnsan Manzaraları (1978), Filiz Otyam ile ortak yurt içi ve yurt dışı resim ve dokuma sergileri (1981-1997).

Ödülleri: Atatürkçü Düşünce Derneği Onur Plaketi (1995), Gazeteciler Cemiyeti Basın Şeref Belgesi (1962 ), On Yılın Basın Şeref Belgesi (1980-1990), İstanbul devlet Güzel Sanatlar Akademisi Fotoğraf Enstitüsü Onur Belgesi, Üçüncü Hacıbektaş Veli Dostluk ve Barış Ödülü (1996), Pir Sultan Abdal Onur Belgesi, UNESCO AIAP Türkiye Ulusal Komitesi Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği Onur Belgesi, Akdeniz Üniversitesi Onur Belgesi, Şanlıurfa Kültür Eğitim Sanat Araştırma Vakfı Onur Belgesi.
 
 

 
 

Mehmet AKÇA (Aşık Molla)


Mehmet AKÇA (Aşık Molla)

1923 yılında Aksaray’ın Yeşiltepe (Kırgıl) kasabasın­da doğdu. Annesi Hatice, babası Tahsin’dir. Âşık, dört kez evlenmiş; ancak son eşi Güllü Hanım'dan Nazmi­ye, Hatice, Zahide isimlerinde üç kız çocuğu olmuştur. Güllü Hanım kızlarıyla Coğlakı Mahallesi'nde otur­maktadır.

Mehmet Akça ilkokulu köyünde bitirir. Çeşitli işler­de çalışır. 1946 yılında Ankara'ya giderek Muzaffer SA­RISÖZEN'le tanışır. Ona, yazdığı birçok şiirini verir. Sa­rısözen, aşığın "Osman Abim Evde mi?", "Kapıları Katı­ran”, “Gelin Olan Uzun Olur" gibi türkülerini notaya alır. TRT repertuarına kazandırır.

1947 yılında Ankara’da "Yurttan Sesler” korosuna katılır. Koroda bir yıl çalışır. Şiirlerinin bir kısmını "Ya­renlik" ve "Bu Vatan Bizimdir” adlı kitaplarda toplar. Re­fik Ahmet Sevengil, “Çağımızın Halk Şairleri" adlı kita­bında aşığa yer vermiş, bir kaç şiirini yayınlamıştır. Ata­türk’e de hayran olan aşığımız 1990 yılında trafik kaza­sında vefat etmiştir. (Şiirlerinden örnekler "Türküleri­miz" bölümündedir.
 
 


 
 

Külhani Ali Baba


KÜLHANİ ALİ BABA

İlimiz Merkez Kılıçarslan Mahallesi, Ali Baba Tekke Sokağında türbesi bulunmaktadır. Bu türbeyi, Sultan İkinci Abd-ül-Hamîd’in serkurenâsı Aksaray’ın Orta Köyü’nden Hacı Ali Paşa yaptırmıştır.

Burada eskiden bir mescid ve yanında bir de hamam vardı. Hamam şimdi yıkılmış, yok olmuş, arsasına bir ev yapılmıştır. Ali Baba bu hamamda külhâncı imiş. Kendisi Kerâmet sahibi bir ergin kişi imiş.

Türbenin sağında; başlanıp tamamlanamayan bir mescid vardır.

Evliya Çelebi’de Külhâni Ali Baba Türbesi’ni ziyâret etmiştir. Seyahatnâmesinde kısaca şöyle yazar:

Külhâni Ali Dede.
Türbeye asılmış bir levhada güzel bir sülüs yazı yer alır.
Şâir Gâlib tarafından söylenen ve 29 Cumâd-el-ula 1276 da (M.1859) yazılan bu levhada Ali Sultan’ın türbesinin toprağının aşıkların gözlerinin sürmesi olduğu, kendisinin velîler padişahı, nice sırların kendisinde gizlendiği, kerâmetlerinin güneş gibi âşikâr ve kapısının acizler için bir emân evi bulunduğu yazılırken kendisi Süleyman Aleyhisselâm’a benzetilerek bu manzûmenin, karıncanın Hz. Süleyman’a hediye ettiği çekirge ayağı gibi kabul edilmesini yalvarıyor.

Bu levha Pir Ali Sultan için yazılmıştır. Nasılsa buraya asılmıştır. Yerine götürülmesi lâzımdır.

Türbenin duvara asılmış bir kartonda levha daha vardır.
Bu Arapça levhanın Türkçesi şudur:
“Ey Şeyhimiz! Ahmet Rıfâî Hazretleri! Ey celâl ve ikram sahibi Allah! Bunu yazan ve okuyanı affet. Senden hayır isteriz. 15 Şevvâl 127”

Bu Ahmet Rifâî’nin manevî mürüdlerinden, o’nun tarikatının mensublarından birisi tarafından 127 (-) yılı Şevvalinin 15 inci günü yazılmış bir levhadır. Ali Sultan’ın Rifâî olup olmadığı hakkında kesinlik ifâde eden bir belge henüz elimize geçmedi.

Ali Baba’nın türbesinde bir alem ve bir sancak ve daha başka tarihî şeyler vardı. Bunlar Niğde Müzesi’ne götürülmüştür.
 
 


 
 

ömer Kaşif Nalbantoğlu


ÖMER KAŞİF NALBANTOĞLU
(KAŞİF AĞA)
30.08.1901-10.10.1978

Aksaray’da, yaşadığı dönem içerisinde özellikle kimsesiz çocuklar olmak üzere yoksul hemşehrilerine sayısız iyiliklerde bulunmuş yenilikçi bir kişidir.

Ölümünden evvel çok değerli büyük miktardaki taşınmazlarını kimsesiz çocuklar için yurt yapılmak üzere Devlete bağışlamıştır. Bu yurdun inşasına 1990 yılında başlanmış 1997 yılında kendi adı girişinde olmak üzere kimsesiz çocuklar için faaliyete geçmiştir. Aynı taşınmazlar üzerinde Aksaray’da ilk defa Askerlik Şubesi binası yapılarak, Askerlik Şubesi faaliyete geçmiştir. Aynı şekilde İl Jandarma Komutanlığı (Garnizon Komutanlığı) binası uzun yıllar bu taşınmaz üzerinde yapılarak faaliyetinin yeni yerine taşınana kadar burada sürdürmüştür.

Aksaray’da önemli sağlık ocaklarından 1 Nolu Sağlık Ocağıda bu yöredeki çok sayıdaki kişiye hizmetini bu taşınmazda binası yapılarak bu güne kadar sürdürmüştür. Kendisinin resmi ve hayatı kısaca bu sağlık ocağının girişinde mevcut olup anısı yaptığı fedakarlıkla birlikte burada sürdürülmektedir.

Çok sayıda öğrenciye maddi yönden yardım yaparak ve burs vererek okutmuş olup Aksaray’da çok sayıda kişi bu kişinin yardımlarıyla tahsilini bitirip hayatta başarılı bir şekilde onun izinden gitmektedirler.

Aksaray’da ilk defa yağlı ayçekirdeği yetişmesini bulunduğu sağlık köyünde başlatmış ve Aksaray’da ilk defa olarak ayçekirdeği yağ fabrikasını kurmuştur. Son derece yenilikçi kişiliği ile yaşadığı Sağlık Kasabasında modern ziraat çalışmalarına (Yağlı ayçekirdeği ve çeşitli ziraat makineleri) öncü olmuştur.

 
 
 
SAAT VE TAKVIM
 
SON DAKIKA HABERLERI
 
MAC SONUCLARI
 
SAYAÇ
 
 
Bugün 15 ziyaretçi (22 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol